Mart 27, 2009

kinyas ve kayra


Benim adım Kinyas. Gün ağrıyor. Başım ağrıyor. İsmimi kendi­me ben verdim. Bitmeyen bir öfke ve bitmeyen bir mutsuzluğun ifadesi. Bütün insanlara kızgınım. Yaşadıkları için. Hayattan mi­dem bulanıyor... Ateşle oynarım. Yeterince benzin ve karşımda oturan adamın ceketinin iç cebindeki çakmakla dünyayı yakabili­rim. Benim adım Neron. Geceleri, çaldığım arabalarla gezerim. Tokyo'da doğdum. İki zenciye üç gram kokain karşılığında bilek­lerimi kestirttim. Sabah uyandığımda okyanus beni yıkadı. Benim adım Steve McQueen. Bütün bildiklerimi kusarak hayatta kalıyo­rum. David Bowie'yi rüyamda gördüm. Sabah bir gözüm yoktu. Şi­ir yazdım. Tam üç tane. Birini rendeleyip makarna sosuma kattım. Diğerini yakıp küllerini kum saatine koydum. Biraz zaman kazan­dım böylece. Sonuncusunu ise şimdi yazdım. İşte geliyor:
.
Sözlerimin sonunu duymadığın zaman.
Cümlelerimin sonunu duymadığın zaman.
Değiştiriyorum son kelimelerimi.
Değiştiriyorum sonumu.
.
Kendimi ölümsüz olarak görüyorum. Mekân ve zamandan ko­palı yıllar oluyor. Bir kıza âşık olmuştum. Onu görmek için altı sa­at yol almam gerekiyordu. Bir sabah, treni kaçırdım. Âşık olmak­tan vazgeçtim. Kendinden vazgeçmenin ne olduğunu asıl ben bi­lirim. Benim adım Kaygusuz Abdal. Tanrı'dan vazgeçtim. Ölmek­ten vazgeçtim. Çünkü ölürsem ve eğer yukarıda beni ödül ve ceza sisteminin bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar etmem ge­rekecekti. Ölmek istemiyorum, çünkü Tanrı'yı da öldürürüm diye korkuyorum. Ve böyle bir vefata benim dışımda kimse dayanamaz... Platon'un Mağara İstiaresi'ne karşılık, ben de Kuyu İstiaresi'ni yazdım: doğdukları andan itibaren düşen insanların, yanlarından hızla geçen fırsatlara ve başka insanlara tutunup tırmanmalarını ve bunu sadece doğdukları andaki yüksekliklerine erişe­bilmek için yaptıklarını anlattım. Ancak ellerini ağızlarına sokup, parmaklarını ısırıp hiçbir şeye tutunmamaya kararlı olanları da anlattım. Ve sordum, Tanrı'nın yukarıda mı yoksa aşağıda mı ol­duğunu. Eskiden poker oynardım. Şimdi de, Tanrı’nın aşağıda, kuyunun dibinde olduğuna oynuyorum. Hayatım masada, birkaç kırmızı oyun fişiyle.
.
Az yedim, çok içtim. Hâlâ içiyorum, içki ayırmadım. Alkolü kendime yakıştırdım. Her türlü uyuşturucudan tattım. Bağımlılık­tan nefret ettim. Gitmemi, terk etmemi engeller diye. Ne bir mad­deye, ne de bir insana bağlandım. Sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım, âşık oldum, ikisini de arkama bakmadan bırakıp gittim. Geçmişe tükürüp geleceği çiğnedim. Bugünü ise uyuyarak geçirdim. Benim adım Houdini. Dünyayı bir oyuncağa çevirdim. Ayak basmadığım yer kalmadı. Kalan varsa, onları da amuda kalkar geçerim! Duvarlara, bedenime resimler çizdim. Bir gün öyle gürledim ki önümde duran şarap kadehi çatladı. Benim adım Hitler. Kendi ordumu kurmak için bir sürü kadına tohumla­rımı bıraktım... Şimdiyse ağlıyorum. Hepimiz için. Çünkü hiçbiriişe yaramadı...
.
Kendimi defalarca buldum, defalarca kaybettim. Gerçek adımı hatırlamıyorum. Kimliğimi bir çocuğa sattım. Çirkinleşmek için çok uğraştım. İsteyene ruhumu kiraladım. Vücudumdaki dikiş sa­yısını artık bilmiyorum. Hayatımı diktiler. Oysa yırtmak için çok uğraşmıştım... Bir psikiyatra tecavüz ettim, isminin ve unvanının üzerinde yazdığı, masasındaki mermer parçasıyla. Hapse girdim. Çıktım. Hayat bitmedi. Piyano çaldım. Sattım. Benim adım Deacn Moriarty. 140'ı geçince direksiyonun üzerine yattım. Bagajına ce­set sığdırabileceğim arabayı seçtim. Nargileyle sevişenleri seyrettim. Beş bin film seyrettim. Her şeyin farkına vardım. Farkına va­rılacak bir şey kalmayınca da "Sıradaki hayat gelsin!" dedim. Ne gelen var, ne de giden. Sadece Kinyas ve ben... Kendimi tanıya­madım. Zamanım olmadı. Binlerce dilim pizza yedim. Pepperonni ve siyah zeytinli. Benim adım Miss Piggy. Bütün hayatım bo­yunca kaçtım. Önüme okyanus çıktı. Daha ileri gidemedim. İçin­de boğulmak istedim. Gözlerimi sahilde açtım...
.
Uyumadım. Pişman olmadım. Kendimden bile. Ben gerçektim. Dünyanın en gerçek adamı! Bana ait bir gezegen bulana kadar in­sanlara ve kendime zarar vermeye devam edeceğim... Biliyorum, beni linç edecekler. Beni bütün dünya öldürecek. En derinde be­nim cesedim olacak ancak bedenimi toprak bile kusacak... Ara­nızdayım her gece. Dolaşıyorum sokaklarda, sol elimde Şam'dan taşıyıp geldiğim yakutlu hançerimle...
.
Gittim, caz dinledim. Duke Ellington'ın plağıyla kendilerini ke­sen kadınları gördüm... Benim adım yok. Çünkü ben yokum. Delir-dim. Yetmedi. Delirttim. İğrendirdim. Dünya bendim. Acıyı incele­dim üniversitelerde. Üç ayrı okulda, üç yıl. Sonra acıttım akademik kariyerleri ve tabiî ki kendiminkini. Ne çalışmak, ne de bir işe ya­ramak. Hiçbirine inanmadım. Tespihle adam boğdum. Ben doğ­dum ! Oysa güneş batıdaydı. Ben geceye geldim. Aya misafir ol­dum... Bunları söylüyorum çünkü anlatılacak başka bir hikâyem yok. Zaten yazma işlerinde de hiç başarılı olamadım. Ben daha çok, fırça ve boyalarla ilgilenendim. Ve dünyaya bırakabileceğim bir miras yok. Bütün değerleri iyi bir pizzanın üstüne içtim...
.
Japonya'dan Suriye'ye taşındığımızda on iki yaşındaydım. Arapça öğrenmemek için elimden geleni yaptım. Ama yine de sar­maşık gibi dilime dolandı. Arap'ı ve Bedevi'yi T. E. Lawrence'tan öğrenmiştim. Ve Arap yarımadasında var olabilmek için ya ibne ya da silah kaçakçısı olmak gerektiğini anladım. Ben ikisi de değil­dim. Ama adına çöl denilen, küreğin batmadığı denizde yaşayan insanların hiç de hak etmedikleri bir tarihleri vardı. Bir zamanlar dünyaya hükmeden esmer savaşçıların düştükleri durumu görün­ce zamanın ne kadar nankör olduğunu anladım. Geçmiş hiçbir şeydi. Kuma kendini gömüp yeniden Arap medeniyetinin hüküm süreceği günleri beklemek ve o gün gelene kadar birbirlerini öl­dürmek yapabilecekleri tek işti. Ben de onları seyrediyordum. On altı yaşıma kadar hep seyrettim zaten. Hep iyi bir izleyici oldum. On altımda bozuk Arapça, pokerde kazanılmış bir hançer ve bronz bir tenle Avrupa'ya geldim.
.
Eski kıta beni bekliyordu. Bir dejenere sürüsünden başka bir dejenere sürüsünün içine düşmüştüm. Burada silah kaçakçısı da yoktu. Hepsi ilk gruba dahildi. Ve daha yakınlaşmadan hiçbirine, nefret etmiştim hepsinden de. iki dünya savaşını da bu geri zekâ­lıların başlatmış olmasına hiç şaşırmamak gerekiyordu. Birbirle­rinden o kadar korkuyorlardı ki aynı metroda beş yüz kişi yolcu­luk yaparken duyulan tek ses makine gürültüsüydü. Halkı aptal ama azınlıkları var olma çabası içinde yarı tanrılar yaratmış bir toplum. Bu yan tanrılar bugün üstünde yaşadığımız dünyanın ede­biyatını, müziğini, resmini, politikasını belirlemiş olanlardı. Ve ben onları sokakta göremiyordum. Kapalı kapılar arkasındaydı Avru­pa'yı yönetenler. Halkın karşısına çıktıkları anda çiğ çiğ yenecek­lerini bildiklerinden, ukalaca taktıkları yüksek kültür maskesini sadece birbirlerine gösteriyorlardı. Sömürmeye ve sömürülmeye hayatın amacı olarak bakan bu açık tenli ırk, belki de doğanın en büyük hatasıydı... Atom bombası oraya atılmalıymış. Deniz olma­lıymış oralarda Balıklar bile daha iyi geçinirmiş birbirleriyle!
.
Ama bütün bunların ne önemi var? Entelektüel sapkınlıklarıyla ve dünyanın diğer bütün kıtalarına karşı hissettikleri korku ve nefret kokteyli duygularıyla, son olarak da yeryüzünün görüp gö­rebileceği en salak turistleri olma unvanlarıyla Avrupa halkı ken­dini öldürmek ya da öldürtmek için bütün nedenlere sahiptir. Sosyal devlet dedikleri, bana kalırsa Gestapo düzeninden başka bir şey olmayan sistemleri, sokakta biri düştüğünde ambulans gelene kadar, yerde yatanın kendileri olmadığı için şükretmele­rinden ibarettir. Arap hiçbir sakınca görmeden hiç tanımadığı, kendinden geçmiş yerde yatan bir adamı sırtlayıp en yakın hasta­neye koştururken Avrupa insanı aynı adama, adını yeni öğrendi­ği bininci mikrobu kapmamak için bir metreden fazla yaklaşamaz bile. Çünkü Avrupalının altına yapacak kadar korkması için bir şeyin ismini bilmesi yeter, isimsiz canavarlar sadece Arap'ı kor­kutur. Herkesin kendine göre bir paranoyası var. iklimden, saç renklerinden, el parmaklan uzunluğundan ya da her neden kay­naklanıyorsa! Herkesin tercih ettiği bir ölüm var...
.
Her neyse, zaten üzerinde yaşadıkları çirkin kara parçasına sı­kışmış, birbirini yiyen, Ortaçağ'dan beri gelen eş değiştirerek yaptıkları salon danslarından grup sekse kadar ahlak anlayışları­nı değiştirmemiş Avrupalıları hayatımın geri kalan kısmında da çok iyi tanıma fırsatım oldu.
Genel olarak normal olmadığımı düşünerek kendimi meşrulaştırıyordum. Anormalliğim o yaşlarda herkesin istediği şeylerden farklı hayaller kurmamla sınırlıydı. Yani bir şeyleri arzulayabiliyordum o sıralar. Gitmeyi, siyah giymeyi, bir kamerayla izleniyormuşçasına yaşamayı, güzel kadınlarla yatmayı, dünyayı çözmeyi, haya­ta başlama vuruşunu yapanı keşfetmeyi ve yaşıtlarımın çok azının kurgulayabildiği benzer kavramları hayal ediyordum... Her zaman yalnız oldum. Yalnızlığı kendimi geliştirmenin tek yolu olarak gör­düm. Ama çevremde olup biteni kaçırmak ve yanımdan akıp giden hayat nehriyle yüzümü yıkamamak da bana aptalca geliyordu. Bu nedenle evde çok az zaman geçirmeye ve sokaklarda yaşamaya başladım. Fahişeleri keşfettim. Silah kullanmayı öğrendim. Poker oynamaya devam ettim. Kitap okumayı bıraktım. Artık en ufak boş zamanımda kilometrelerce uzakta olan bir kasabaya trenle gidip, birkaç kadehten ve caddelerini arşınladıktan sonra evime dönüp uyuyordum. Rüyamda yüzleri, sokakları, tren camındaki pastel renkleri görüyordum, insanlardan istediğim ölçülerde, ilgilendiğim alanlarda yararlanıyordum. İlişkilerim kontrolüm altındaydı. Kim­seyi kendime fazla yaklaştırmıyordum. Dünyayı, hayatı olduğu gi­bi kabul ediyor ancak bütün bunların dışında da bir gerçeğin olma­sı gerektiğinin üzerine yoğunlaşıyordum. Yani bir şekilde, çok uzaklarda kimliğimi büyük bir seremoniyle yaktıktan sonra gözle­rimi kapatıp son nefesime kadar huzur içinde yaşayabileceğim bir yer olduğunu düşünüyordum. Aslında bu mümkündü. Ve bir ara çok yaklaşmıştım. Ama Kinyas hâlâ ortaya çıkmamıştı ve gerçek­ten böylesi bir hayat isteyip istemediğimi bilemiyordum.
.
Bütün bunları yazmak o kadar zor ki. Şu an bulunduğum nok­tada hiçbirinin olmadığım görmek... Aslında bu kadar yükselmek ya da alçalmak, daha doğrusu bu kadar ileri gitmek istememiştim hiçbir zaman. Aynaya bakıp kendini tanıyamamak, insanın kendi anılarını bir başkası yaşamış gibi anlatması, dünyanın kendisi da­hil üzerindeki hiçbir şeye kayda değer bir var oluş nedeni bulama­mak ve zihnin bedenden binlerce kilometre uzakta olması o ka­dar korkunç ki!
.
Hava aydınlanıyor. Kayra'nın yazdıklarını okuyormuş gibi ya­pıp ilgilendiğimi düşünmesini istemiştim. Oysa tek bir kelimesi­ne bile bakmadım. Şimdi kaçamak bakışlar atıyorum ona ve gö­rüyorum ki elinde başka bir votka şişesi, arkamdaki duvarda ası­lı olan afişleri seyrediyor. Ne yazdıklarıma bakıyor, ne de burada olduğumun farkında. Belki de dünyada sadece onun yanındayken kendimi hâlâ yalnız hissedebildiğim için böylesine garip bir dostluğumuz var. Birbirimize anlatacak hiçbir şey yok ve her şe­yimiz var. Ve aynı zamanda, o kadar da umursamıyoruz ki söyle­nenleri, olanları, aynı odada bulunduğumuzu bile unutabiliyoruz. Onu sevdiğimi söyleyemem çünkü duygularım yok ama hayatta­ki tek bağımlılığım olduğunu itiraf edebilirim... Yoruldum. Çok yorgunum... Yeryüzüne inme zamanı.
.
"Kayra! Haydi çıkalım buradan. Biraz dolanalım."
.
Kinyas ve Kayra
Sayfa: 22-27
Hakan Günday

Mart 10, 2009

hrant dink sesli yazıları

"Biz iki nedenle çekeriz 'tililili'yi der, Rakel. Biri sevincimizde, diğeri ağıtımızda."



Adını Hrant Dink'in bir yazısındaki bu sözlerden alan "Tililili" projesi, 19 Dink yazısının seslendirilmesinden oluşan bir ses enstalasyonu çalışması. Aynı zamanda Hrant Dink'i daha yakından tanımak isteyenler için bir fırsat.

kaynak: bianet


Cetin tekindor by goncafem

Deniz turkali by goncafem

Arsen gurzap by goncafem width="100%"> Dolunay soysert by goncafem

Banu guven by goncafem

Mart 06, 2009

her bir şey

"bu yükü taşıyabilirsin" diyor içimdeki ses,
o zaman açıyorum penceremi
girsin güneş
ve koku
açıyorum açmasına da
sonra karabulutlar beni bekliyormuşcasına
seyirtiveriyor ....kara kargalara inat
daha da üzerime yığılıyor şehir
birbirinin aynı binalar
her bir şey...
.
vazo olarak kullandığım
turkuaz renkli büyük bardak yok artık...kırıldı...
hani şu içine karaburun nergislerini koyduğum
uç koku...
.
bu gün güneş doğmadı..
doğmayınca, sanki tutulan yerlerim, tutunamayan yerlerim sızlıyor
bir kavgadır sürüp gidiyor içerimde,
kazananı belli olmayan...
.
kitabımı açtığımda, ayraç olarak kullanıldığı belli olan bir tanıtım çıkıveriyor karşıma
sırasıydı sanki...
"izmir sanat'ın" resim sergilerini haber veriyor
"pelit" miş adı
"mayıs" mış son günü
kaçırmışım...
önümde akıp giderken hayat kaçırmışım...
bu kadar zor muydu...
her bir şey...
.
doğ güneş...
uç koku..
ve herbirşey...
.
ben hala
çöl rüzgarlarının estigi, güneşin saklandığı şehirdeyim...

ergüder yoldaş

"gönüldendir şikayet kimseden feryadımız yoktur..."


Bundan yıllar önce toplum yaşamından her anlamıyla vazgeçerek Büyükada'nın arkasında sapa bir yerde, plastik ve ambalaj kutularınıdan derme çatma bir kulübede tek başına yaşamaya başlayan müzisyen Ergüder Yoldaş'ı, hafızammızdan artık tamamen silmişken, birdenbire TV ekranlarında Cuma'sız bir Robinson kılığında görünce, pek çok kimsenin, bir an için bile olsa midesi bulandı, başı döndü, yutkunma, üstüne bir yudum su içme ihtiyacıyla, en azından durduk yerde bacak değiştirdiğinden emin olabilirsiniz. İşte toplu yaşamın ortak nabzının yakalandığı an! Dudağında külü epey uzamış bir sigara, kaşlar dalbudaklanarak gökyüzene yönelmiş, saçlar yapağı şeklinde, bakışlar kısık mavi, ürkek, alnı, yüzü kırış kırış, gözlerinin altında torbacıklar, (sağ şakağında bir çizik mi var, darp izi mi yoksa, kan oturmuş) Evet, hayat bir seçimdir ama, bu kadar da olmazki! DOĞAYA,, GEÇMİŞİNE VE BELKİ DE GELECEĞE MEYDAN OKUYOR! O, her tür iktidara karşı duruşu, reddedişi temsil ediyor. Medyaya, iktidar sahiplerine, iktidar taliplerine göre ise bu düşüş, Acz içindeki bu adam eğer Ergüder Yoldaş olmasa sorun yok. (Onlardan o kadar çok ki, üstümüze yıkılıyorlar, kaldırımlarda ayaklarımıza dolaşıyor da, buna rağmen bize küçük bir tiksinticikten öte fazla bir rahatsızlık vermiyorlar) Ama bu kişi bir "sanatçı ise durum farklı. Üstelik o,müzik dehasının yanı sıra modern matematik, fizik, mantık, estetik, marksizim ve epik tiyatro konularında engin bilgiye sahipse böyle saçma sapan bir şeyi yapamaz. Aksi halde o bir kayıptır, sanatçı olduğuna göre herkes için bir kayıptır.

Öyle ise elbirliği ile Ergüder Yoldaş'ı kurtarmak lazım. Ama kurtarmadan önce ona şimdiki halini mazur gösterecek, rating'i topuğundan, tirajı gözünden vuracak şefkatimize layık bir biyografi yazmak gerekiyordu. Geçmişi tarandı, şimdiki çılgın seçiminin ipuçları yıllar öncesinde arandı. Bulundu da, zaten o, o kadar uçuk biriydi ki, vaktiyle bir sabah, iki rakı şişesinden birine tuz, diğerine şeker koyup sulandırdıktan sonra, bir iple bağlayıp boynuna asmış, bir eline üç küçük patates, diğer eline de sarı bakkal defterini aldığı gibi laleli yokuşunu bir aşağı bir yukarı yalınayak halde koşmuş, Aynalı hamamın orta üç kere etrafında döndükten sonra, 'Brechtvari bir deneme' yaptığını söylemişti. 1970 te trafik kazasında kaybettiği annesinin ölümünü Afrika da haber almıştı, cenazesinde bulunmadığı için büyük bir suçluluk duygusuyla kıvranıyordu. 1958 de konservatuarı terkedip Avni Dilligil in tiyatrosuna girmiş, bir turne sırasında otobüsü Asi nehrine uçmuş, İskenderun'da bir ay hastanede tedavi görmüştü. Aynı yıl ona iki evlat veren Nur Yoldaş'ı çıkarmıştı. Onunla evlenebilmek için yuvasını yıktı, hayatının on yılını adadığı bu kadından bir oğlu oldu. l983 yılında gittikleri İzmir Fuarında Nur Yoldaş , Remzi Baba Restoran'da şarkı söylerken, Remzi Baba'nın oğluna aşık olunca, boşandılar. Artık sık sık seyahat ediyordu, hiçbir yere ait olmama duygusu depreşmişti. Aşırı alkol sonucu deprespona girerek, İzmir Amatem 'e yattı. Sonra iki kez Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi'nde ve 1991'de de Bakırköy Amatem'de tedavi görmüştü. Bu biyografi çok tuttu. Ergüder Yoldaşı bulmaktan öte, adeta 'keşfeden' ne kadar paparazzi varsa, soluğu yanında aldı. (Halbuki o 1991'den beri adada, bu halde yaşıyordu ve bu da 1993'ten beri yaygın olarak biliniyordu. Ama toplum vicdanına tercüman olduğundan vehmeden medya, ona, burnunu biraz daha sürtmesi için iki yıl opsiyon vermişti.) ya

Artık aklı başına gelmiştir kanaatiyle Ergüder Yoldaş'ın üstüne çullandılar. Giderken yanlarına, yıllar önce terkettiği çocuklarını, kızkardeşini, iyileştikten sonra şöhret yapacağı, Nur Yoldaş rolünde eski öğrencilerinden birini, ayrıca iş ve para teklifleriyle iki de polis aldılar. Onu Kurşun Burnu'nda defne yapraklarının çam kokuları arasında uçuştuğu bir ortamda, dalgalarla söyleşir, martılarla yarenlik ederken buldular. En büyük isteği, Orhan Veli'nin şiirindeki özgürlüğün kendisinden esirgenmemesiydi: 'Gün olur alır başımı giderim/ Denizden yeni çıkmış ağların kokusundan/ Şu ada senin, bu ada benim yelkovan kuşlarının peşi sıra' şiirinde olduğu gibi. Ergüder Yoldaş, çalılar arasında saklandığı barınağında mutluydu. Ancak onu sevenler sefalet içinde acılar çekerek saklanışına razı olamazdı. Dr. Muzaffer Kuşhan derhal adaya hareket etti. Polonezköy'deki görkemli Sağlık Merkezi'nde onunla birlikte olmaya karar vermişti. Önce sanatçı biraz zıtlaştı, karşısındaki kimdir bilmiyordu ki! Kuşhan Sağlık Tesisleri, sağlıkta 'aşırılığa' kaçmış 'besili hastalara' hizmet veren bir müesseseydi. Vücutlarındaki yağ hücreleri, 'full time' çalışan ' 'etine dolgun' konuklar burada yiyip içmelerini disiplin altına alıyorlar, böylece fazla kilolara elveda diyerek, tesisten ayrılıyorlardı. Ergüder Yoldaş, zayıflayarak sağlığına kavuşma uğrası verenlere öğlenleri 'yemek müziği', akşamları 'dans müziği' çalacaktı. Bu çok cazip bir teklifti. Çünkü tabaklarında marul, maydanoz gibi ottan başka yiyecek bulunmayan insanların hiç olmazsa, müziğiyle ruhlarını tıkabasa doyuracaktı.

Onu normal hayata çağırdılar. Uçukluğunda bir sınırı vardıra ikna ettiler. Ayrıca onu dünyadan da haberdar ettiler: Yoldaş, bir kadın başbakanımızın olduğunu üç ay önce, Refah Partisi'nden Recep Tayyip Erdoğan'ın istanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildiğini ise paparazilerden öğrendi. Kurtarma operasyonu 20 Ocak Cuma günü, soluk kesen , fırtınalı, ayaz bir günde gerçekleştirildi. Rating avcıları Büyükada'ya helikopter kaldırdılar. Normal yaşamın ortak nabzının kalandığı andı bu. Kaşları dalbudaklanarak gök yüzene yönelmiş, saçları yapağı gibi savrulan, bakışları kısık mavi, ürkek, alnı, yüzü kırış kırış, gözlerinin altında torbacıklar (sağ şakağında bir çizik mi var, bir darp izi mi yoksa, kan oturmuş), dudağında sönmüş sigarayla başını kırıp helikoptere binişi, yavaşlatılmış çekimlerle gösterildi televizyonlarda. Sonra yıkadılar pakladılar, Bakırköy Ruh se Sinir Hastalıkları Hastanesi'ne yatırdılar. Kamuoyuna yansıyan haberlerde, 'tedaviyi kabul ettiği' açıklandı. Paparazziler bu defa hastaneye hücum ettiler. Onu hastane pijamasıyla, koğuşunda, ranzasına uzanmış halde, hemşirenin uzattığı ilacını uslu uslu içerken veya grup terapi sırasında fotoğrafını çekeceklerdi. Ancak çok şaşırtıcı bir şey oldu: Doktor açıklamasına göre, Ergüder Bey'in tedaviyi gerektirecek hiçbir sorunu bulunmuyordu. O tamamen bilinçli olarak şimdiki yaşam biçimini seçmiş, genel bir sağlık taramasından sonra hemen taburcu edilmişti.

Paparazilere bu defa Polonezköy'ün yolları gözüktü. Onu, beş yıldızlı Kuşhan Sağlık Tesislerinde, billur sesli öğrencisiyle piyano başında görmek istiyorlardı. Fazlasını gördüler.. Ergüder Yoldaş dört yıllık sakalını üç gün önce kesmişti. Tam deklanşöre basacaklarken 'durun traş olayım, öyle çekin' dedi .. Üç günlük sakal Yoldaş'ı rahatsız ediyordu. Bu değişimin nedenini sorduk. ' On yıllık öğrencim yüzünden, hocam şurasını biraz keselim, burasını biraz düzeltelim deyip duruyordu. Ben de toptan kestim, kurtuldum.' Yüzü, gözü meydana çıkmıştı, meğer cam gibi mavi gözleriyle ne kadar yakışıklı bir adammış. Yoldaş ile billur sesli öğrencisinin daha şimdiden birçok kaset ve klip teklifi aldığını da öğrendikten sonra, paparazziler en vurucu soru geliyor: Yoldaş'a dönüyoruz, burada mı yoksa adada mı daha mutlu olduğunu soruyoruz. 'Çalışıyorum, üretiyorum. Elbette burada daha mutluyum ' diyor. Dört yıllık ada kaçamağı, kırk yıllık müzisyenin pırıltılı geçmişini perdeleyecek değil ya! Ergüder Yoldaş Polonezköy'de anılan tesiste ve Tünel'e giderken Garibaldi adlı bir barda kısa bir süre çalıştıktan sonra tekrar adaya döndü. Ancak dönüş haberi ne medya da ne de kamuoyunda hiç ilgi görmedi. Artık peşini bıraktılar, kurtarmaktan vazgeçtiler. O şimdi üç duvarını ördüğü, çatısını örttüğü tek odalık evinin, Sivriadaya bakan ön cephesindeki ince işlerle meşgul. Bizimle beraber yaşamak istemeyen birine 'bakmak' isterseniz, adanın bütün faytoncular, yerini biliyor, ama onlarla mutlaka pazarlık edin . Bisikletle de gidebilirsiniz, yorucu olur ama yürüyerek de, tabelası var, "Ergüder Yoldaş'ın yerine gider" diye.
*- Metin içinde geçen cümleler Nokta dergisinden, Milliyet gazetesinden, Aktüel dergisinden alıntıdır.
.
Ümit Bayazoğlu/ Cogito,Bahar