"Kralların yaşadığı ülkelerde, insanların kedilerden
öğrenebilecekleri Bir şey vardır."
Beş bölümden oluşturulmuş güzel bir kitap .. okunası
Yedi-sekiz yıl önceydi,
Ankara'da Ulus Meydanı yakınlarındaki Kediseven Sokağı'nın
adı değiştirilince, Orhan Duru'nun Soyut dergisinde incelik
dolu bir yazısı çıkmıştı. Hayli sonra, onun 1950'lerde bu
sokak üzerine bir de şiirini görüp okuyacaktım. Nurullah Ataç
da, Günce'sinde Kediseven Sokağı'ndan söz eder:
“Bunlar güzel adlar doğrusu, ne var ki kolay değil böylesini
bulmak. Böyle adları kolay kolay bulamadıkları için de ölüleri
düşünüp adlarını koymaya kalkıyorlar.” Yanılmıyormuşum
Ataç, bu satırları yazışından 20 yıl sonra Kediseven'in
adı değiştirilmeye kalkışıldı, gerçekten de o kolaycı yöntem
benimsenecek oldu. Paris'te bir Balık Avlayan Kedi Sokağı
vardır. Bir romana başlığını da veren bu dar, küçük
sokakla oyalanmayalım şimdi: Sokak isimlari, başka bir yazımızın
konusu olacak nasıl olsa.
Ataç'ın Tevfik
Fikret'i tepeden tırnağa haşladığı Kedi başlıklı
denemesini bilenler az değildir. “Kimsenin zevkine karışılmaz,
kedileri ille herkes sevsin demeyeceğim, ama ben, kedi sevmeyenlerle
anlaşamam” cümlesiyle başlayan ve Ataç'ın sivri mizahçılığını
belgeleyen bu güzelimdeneme, bir yandan da “birinin huyu diğerine
benzemeyen” kedilere adanmış bir methiyedir
Gerçekte kedi
yazarlarımızın öteden beri yakından ilgilendikleri bir -konu-
olmuştur. Necatigil'in “bir kedinin ağzından sahibene yazılmış
özgün bir hiciv metni” olarak tanımladığı Kâni'nin
Hirrenâme'sinden Bilge Karasu'nin Ğöçmüş Kediler
Bahçesi'ne gelinene dek geçen 250 yıl içinde edebiyatımızda
sık sık bir soba bulup, yanıbaşına kıvrılmıştır kediler.
Tıpkı birer soru işareti gibi. Orhan Veli'nin “Ciğercinin
Kedisi ile sokak Kedisi” teması üzerine kurulu şiirinde
toplumsal bir taşlamaya, Erhan Bener'in Kedi ve Ölüm'ünde
kişioğlunun yılgı üslûbuna, Ece Ayhan'ın Bakışsız Bir Kedi
Kara'sında özgün bir dil dünyasına elçi olmuştur kedi.
Dünya
edebiyatında da özel bir yeri vardır: Colette'i ya da Eliot'ı
kedilerden ayırmak elde midir?Poe'da, Baudelaire'in şiirinde ya da
Celine'in romanlarında -kedi bazan gotik, bazan da lirik bir
kahraman olarak edebiyat tarihinin koridorlarında gezinir.
Öezellikle de geceleri. Kimi daman da gelir aklın sınırlarını
zorlar, usta kalemi yakalamayagörsün: Alis Harikalar Diyarında
böyledir
örneğin: “İşe bakın! Gülümsemeden yoksun kedi çok
görmüştüm, ama kediden yoksun gülümsemeye hiç rastlamamıştım!”
der, Alis. Pek haksız da sayılamaz açıkçası: Kimsenin
karşısına, Lewis Carroll'ı okumadan önce, boşlukta parça parça
ve yavaş yavaş oluşan ve yiten bir kedi çıkmamıştır herhalde.
Nitekim, kitabın bir yerinde, Kral ve Cellat arasında müthiş bir
tartışma doğurur bu: “Gövdesi olmayan bir kafa”nın kesilip
kesilemeyeceği konusunda uzlaşmaya çalışadursunlar, kafa
bütünbütüne yokolur. Ne olursa olsun, kediseverlerin çoğu gibi,
Ataç ile Lewis Caroll bir noktada birleşirler: Kediler kesinkes
aptal değildirler. Ama bu onların akıllı olduğu anlamına
gelmez. Kedi, Alis'e bu farkı bütün açıklığıyla gösterir:
“Şimdiiii, köpek kızınca havlar, sevinince de kuyruğunu
salllar biliyorsun. Bense, sevinince hırlar, kızınca kuyruğumu
sallarım. Demek ki ben deliyim.”
Yazarların kedili
sayfalarından kimbilir kaç bin sayfalık bir antoloji hazırlanırdı,
bunu bilmek güç. Tahmin etmesi bir o kadar güç olan Bir şey de,
“kedili resim”lerden oluşturulacak bir müzenin boyutlarıdır.
Kendi payıma, değişik bir konudur diye biriki kez kedi resmi
yapmış sanatçıları almazdım böylesi bir müzeye: Ondan
vazgeçememiş, sanat serüvenlerine onu gözde bir tema olarak
katmış ressamların ürünlerine açardım “Kedili Resimler
Müzesi”ni. Şüphe var mı, Leonardo'nun, Leonor Fini'nin ve
Balthus'ün resimleri geniş yer tutardı burada. Hele Balthus'ün
Kediler kralı,
Akdenizli kedi, Kedili Çıplak, Aynalı Kedi gibi
tablolarını bir duvarda, yanyana düşünün! Az ileride Klee'nin
birkaç küçümen resmi, Jacques Prevert'in güzelim kolajları
sergilenirdi. Orhan Peker'e bir başına ayrı bir oda ayırırdım.
Çizgi romancılara da yer açar, Frizzy Cat'i, muhakkak birkaç
Steinberg'ü, Piyale imzassını kovalayan Piknik'i sıralardım
duvarlara. Asıl önemli iki parçayıysa müzenin dibindeki büyük
bir salonun iki ayrı köşesine yerleştirirdim: Louvre'daki
VII.yüzyıl Mısır sanatının ürünü bronz kediyle
Giacometti'nin sanata bel bağlayan insanlar oldukça durgun
yürüyüşünü sürdüreceğine inandığım sarif, kırılgan,
biraz da kederli kedisi, orada büyük bir sessizlik içinde
beklerlerdi.
Bunca isim sayışıma bakıp
homurdanacak okurlar çıkabilir. Ne yaparsınız ki bu insanlar
yaşadılar, yaşıyorlar. Kedileri sevmek tek ortak tutkuları
sayılmaz üstelik: Kediseven
Sokağı'na
adını veren kişiyi ya da kişileri, Louvre'daki bronz heykeli
yapan usta sanatçıyı adıyla sanıyla bilmiyorum gerçi; ama
anonim olmaları, onların ötekilerden ayırmıyor: Yaratmayı,
yaratıcılığı iş edinmiş, başka türlü yapamamış insanlar
bunlar. Daha başkaları da var şüphesiz, benim hayal kurmamı
beklemeyip gerçek bir “Kedi Müzesi” açan ve porselen, cam,
tahta, resim, heykel, mücevher ayırdetmeden eski-yeni bütün
kedileri biraraya getiren sevdalılar, hayal aleminde bile olsa tek
seçiciliği bana bırakmayacak, kendi kedisever yazar ve
ressamlarını öne sürecek tutkulular var. Bir de, elbette, kedi
sevmeyenler var.
Herşey iyi de, diyeceksiniz, kedi sevmek nedir? Kedi sevmek
insanları, sokakları ve şeyleri sevmekten farklı Bir şey mi?
Bilge Karasu, “Kedi sevmek, kedinin, kendisini seven (kendisinin de
sevdiği) kişi karşısındaki umursamaz bağımsızlığını
baştan kabul etmek demektir” der ya bir masalında, ben bu farklı
sevme biçimini bundan daha iyi tanımlayan cümleye rastlamadım
bugüne dek. Sahip olmayı yadsıyarak, ya da, sahip olmamayı göze
alarak sevmek insanoğluna pek güç gelir: Sevgiyle mülkiyet
duygusu öteden beri ortak yaşar onda, sevgi bağını çoğu kez de
tek yanlı, gerçek bir bağ hâline sokmaya alışmıştır: Sevdiği
kişinin bağımsızlığına da, kendi bağımsızlığına da
kolay kolay katlanamaz. Bunu eleştiri, suçlama konusu saymamak
gerek gene de: İnsanlar, eninde sonunda, kedi sevenler ve
sevmeyenler olarak da pekâlâ ikiye ayrılabilirler. Bir de, belki,
benim gibi, yolun sonuna varamayacağını bile bile kedi sevmeyi
öğrenmeye çalışanlar vardır.
Kedinin sevgi “anlayışı”ndaki farklılık, gülünç
gelebilir ama, farklı bir mantığa bel bağlamasından gelir.
İnsanlar, kendi doğalarının terimleriyle sevgisiz hain ya da
bencil sayarlar ya kediyi, onun herhalde bu tür kaygıları yoktur.
Oynaşmak; sevmek, sevilmek istediği an buradadır. İstemediğinde
çekip gider, sizin doyumunuz yarıda kalmış, ona vız gelir.
Değişik çağlarda, değişik uygarlıkların insanları
için “iyi” ve “kötü” kutuplarında değerlendirilmiş
olması da bu yanına bağlanabilir. Kuzey Amerika yerlilerinden
Pawnee'ler için dokunulmaz kutsallığı vardı kedinin: Beceriyi,
hızlı idrakı, hattâ dehâyı simgeliyordu. Sumatra yerlileri ise
tam tersine, onu cehennem uyruklu saymışlardı. Karakedi bir yana,
Müslümanlar için uğurlu; İrlanda geleneklerine göre uğursuz
olmasa bile tekinsiz bir yaratıktı. Mısırlılar ise bir tanrı
gözüyle bakmışlardı kediye.Gene de, Budistler kadar kediden uzak
durmaya çaba gösteren inanmışlar olmamıştır dense yeridir.
Onun, yılanla birlikte, Buda'nın ölümünden duygulanmayacak kadar
mağrur davranmış olması bağışlanmmamıştır.
Kediler mağrurdurlar gerçekten de. Alis'in dediği gibi
onlar “krallara bakabilirler” ve bir şairimizin tamamladığı
gibi “hattâ onları tırmalayabilirler” de.
Kralların yaşadığı ülkelerde, insanların kedilerden
öğrenebilecekleri Bir şey vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder