Mayıs 20, 2012

içinden nehir geçen şehrimde /adam ve gül bahçesi



-gül yetiştiren erkek aşıktır- evet hala buna inanıyorum

her sabah ilk işim çiçeklerime su vermek ve bunu bir ayin gibi yapmak.. 
yalnız değilim, karşı sitenin balkonlarından birisinde,
 güllerle dolu balkonda, genç bir adam, 
saksıların dibini eşeliyor,
 dokunuyor, kokluyor
suluyor..
kim bilebilir ki;
belki de kanıyordur..


çocukluğuma denk gelen, o sıcak..
anofel'i bol, beni boğan,
ilk yaralarımı aldığım ve hala arada kanayan..
işte o..
içinden nehir geçen şehirlerimin birinde;

sokağın başında, tam köşede, caddeye nazır..
pembe bir ev vardı, bahçeli..
yüksek kalın duvarları çocuk aklımı daha bir meraklandıran..
içinde rengarenk gülleri olan  -pembe ev- diye anılan..

içinde oturan iki insan, çocukları yok, bahçevandı nasuh amca ziraat'te
boş zamanlarında hep bahçesindeydi..
gül aşılamasını ilk onda gördüm, maharetli elleri ve keskin bıçağıyla, kaşla göz arasında sarıverirdi dalı..
hiç bir şeyi unutmayan fil hafızamın bu gün gibi aklında...

belki bu yüzdendir, kadife gül tutkum...
ve o şehiri terk ederken, bahçede bıraktığım, bir tek o gül için dökülen gözyaşım...

belki bu yüzdendir, güllerimi toprağıyla buluşturmayıp, saksılarda nereye gidersem taşıdığım..
bana yük olmayan ağırlıklar...

sonrasında, pembe ev, yapılan kamulaştırmadan nasibini alınca, yola gitti...
o kocaman balcalı caddesinin altında yatıyor şimdi.. o bahçe ve nasuh amcanın kanayan ruhu..

yılmamıştı bizim bahçevan, biraz daha sapa, sığınaklı, yol ve göz görmeyen başka bir bahçe edindi..
ve yine gül bahçesinde en güzel güllerini yetiştirmişti..
bu sefer güller daha güzeldi nedense..

dedikoduya göre; nasuh amca kendinden epeyce genç bir kadına sevdalanmış, 
sevdasının evinin karşı tarafındaki bahçesinde..
aşılıyor, buduyor, açtırıyor ve coşturuyordu aşkını ve güllerini
"ne gül olmak kolaydı, ne de bülbül... bülbül olmayı istersen bir ömür yanacaksın...
gül olmayı seçtiysen bir ömür solacaksın.." diyen hikayedeki bülbül gibi
kanatıyordu aşkını...

iki yıl önce yolum düştüğünde, sordum.. soruşturdum ..
"sizlere ömür" dediler..
bahçesi yine yola terkedilmiş..
göçtüğü yeni yerinde yine gül yetiştiriyordur...
kim bilebilir ki..
belki de hala kanıyordur..


Güller ve Dudaklar by Zuhal Olcay on Grooveshark

Mayıs 10, 2012

aki kaurismaki / finlandiya üçlemesi





aki kaurismaki, finli bir yönetmen hasbelkader denk geldiğim, peşine düştüğüm, müptelası olduğum..
sade, gerçekçi..  olduğu gibi bir anlatım.. zaman nasıl geçiyor anlaşılmıyor..
 ferah feza bir hayat süren bu halkın sanırız ki hiç bir derdi yok ve bu gibi ülkelerden iyi film çıkmaz..oysa işlediği konular çok bildik, tanıdık..işsizlik, evsizlik, yalnızlık..üçleme -tutunamayanlar üçlemesi- olarakta tanınıyor, bu ismi daha çok sevdim..
bir dönem finlandiyası ekonomik krize girince yaşananlara karşılık, "bu filmleri çekmeseydim, aynaya bakamazdım" diyen;
iranlı yönetmen abbas kiyarüstemi'nin new york film festivaline katılacağı sırada abd den vize alamadığında bu festivali boykot eden ve  "öfkeyle değil (ki bu hiç bir zaman iyi bir sonuç doğurmaz), ama derin bir üzüntüyle, arkadaşım ve dünyanın en barış sever insanlarından biri olan abbas kiyarüstemi'nin bir iran vatandaşı olarak kendisine abd vizesi verilmemesi sebebiyle new york film festivali'ne katılmasının engellendiği haberini aldım. ben de dünyanın en iyi olan bu festivale davet edilmiştim. bu şartlar altında, ben de katılımımı iptal etmeye zorlanmış oluyorum - şu anki abd hükümeti bir iranlıyı istemiyorsa, bir finli'yi hiç istemez. bizim petrolümüz bile yok. öte yandan, beni daha çok ilgilendiren şey, abbas kiyarüstemi bile bu muameleye maruz bırakılıyorsa, isimsiz mahkumların başına neler gelecek?  cenevre sözleşmeleri'ni insanlığın son umudu olarak görüyor ve bir finlandiya vatandaşı olarak abd hükümetini bunu ihlal etmekle suçluyorum.." diyen yönetmen , aki kaurismaki...

 seçilen film müzikleri ise  bazen söyleneceklerin yerini alıyor, söz oluyor..
çok etkili..
 biraz abbas kiyarüstemi, biraz fassbinder ve demirkubuz tadında..
 ortak noktaları ise tutunamayanlar..
 umut anlayışları farklı olsa da..
bir önceki filmde yaşanan olaylar, diğer filmde devam ediyor ve akibeti hakkında haberdar ediyor sanki..
ve içimizdeki umudu yok ediveriyor..
oysa üç filmin sonunda bize verdiği mesaj öyle değildi, şaşırtıyor..
 uzanan eller kalmıştı aklımızda..

film bitiyor ve ben hala düşünüyorum
 bizden..biz gibi..



"drifting clouds  - sürüklenen bulutlar 1996"

Kauas Pilvet Karkaavat (Uusi & Ennenjulkaisematon) by Juha Tapio on Grooveshark
 


the man without a past - geçmişi olmayan adam 2002
Hawaii no Yoru by Crazy Ken Band on Grooveshark
 




lights in the dusk - gün batımında ışıklar2006

  She Brings the Rain by Can on Grooveshark

Mayıs 08, 2012

filizkıran-kırılgan-yeniden doğuş

fotoğraf: aykan özener


"fısıltısını duyar gibiyim baharın
gel, diyor..
- kalbin gibi ellerin sıcacık..-
filizkıran fırtınasına denk gelen
-kırılganım- "







tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir
seni, kendinde tekrarlayarak
çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek.

ben bu ayette seni ah çektim, ah
ben bu ayette seni
ağaca ve suya ve ateşe aşıladım!

yaşam belki
uzun bir caddedir, her gün filesiyle bir kadının geçtiği,
yaşam belki
bir urgandır, bir adamın daldan kendini astığı,
yaşam belki okuldan dönen bir çocuktur,
yaşam belki, iki sevişme arası rehavetinde yakılan bir sigaradır,
ya da birinin şaşkınca yoldan geçişi,
şapkasını kaldırarak,
başka bir yoldan geçene anlamsız gülümsemeyle "günaydın" diyen.

yaşam belki de o tıkalı andır,
benim bakışımın senin buğulu gözlerinde kendini paramparça yıktığı
ve bir duyumsama var bunda
benim ay ve karanlığın algısıyla birleştireceğim.

yalnızlık boyutlarındaki bir odada,
aşk boyutlarındaki yüreğim,
kendi mutluluğunun sade bahanelerini seyreder,
saksıda çiçeklerin güzelim yok oluşunu
ve senin bahçemize diktiğin fidanı
ve bir pencere boyutlarında öten
kanarya ötüşlerini.

ah..
budur benim payıma düşen,
benim payıma düşen
bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür,
benim payıma düşen, terk edilmmiş merdivenlerden inmektir
ve ulaşmaktır bir şeylere çürüyüşte ve gurbette,
benim payıma düşen anılar bahçesinde hüzünlü bir gezintidir.

ve "ellerini
seviyorum" diyen
sesin hüznünde ölmektir.

ellerimi bahçeye dikiyorum,
yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum
ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda
yumurtlayacaklar.

küpeler takacağım kulaklarıma
ikiz iki kirazdan
ve tırnaklarımı papatya çiçeği yapraklarıyla süsleyeceğim.
bir sokak var orada,
aynı karışık saçları, ince boyunları ve sıska bacaklarıyla
küçük bir kızın masum gülüşlerini düşünüyorlar
bir gece rüzgarın bizi alıp götürdüğü.

bir sokak var benim yüreğimin
çocukluk mahallesinden çaldığı
zaman çizgisinde bir oylumun yolculuğu
ve bir oylumla gece bırakmak bir zamanın kuru çizgisini
bilinçli bir simgenin oylumu
aynanın konukluğundan dönen.

ve böylecedir,
birisi ölür
ve birisi yaşar.
hiç bir avcı,
çukura dökülen hor bir arkta inci avlamayacaktır.

ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum
okyanusta yaşayan
ve yüreğini tahta bir kavalda
usul usul çalan
küçük hüzünlü bir peri
geceleri bir öpücükle ölen
ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan...


furuğ ferruhzad
(yeniden doğuş)
çev: haşim hüsrevşahi



kırılgan play list


Nisan 05, 2012

kediler güzel uyanır / yekta kopan

"hepsi bu.."




Matruşka
1.

seni özlediğimi düşündükçe, gücünü yitirmiş bir
derebeyi gibi yalnız hissediyorum kendimi.
sessizleşiyorum. oysa konuşmayı nasıl da sevdiğimi
bilirsin. gece, en güzel uyku şarkılarını söylerken bile,
susamazdım. bilsen biraz sese nasıl da ihtiyacım var.
sadece biraz ses. taşıyamıyorum bu yalnızlığı, oysa nasıl
da çoğul yaşıyordum seninle her şeyi. şimdi çıkıp
gelsen, işte buradayım, desen. kendimi iyi hissetmem
için sadece gülümsemen  bile yeter. yalnız ruhların
kalıplarına sıkışmış sözler yazmak istemiyorum. yedi 
cehennem, sekiz cennet olduğunu biliyorum. bu
yüzden, sırf bu yüzden seni bekliyorum. yoruldum
artık. sözlerimi ayıklayıp, onlarla çoğalmak istiyorum.
gel artık, yalnızlığı sevmiyorum



2.

         seni            düşündükçe,                                      
     yalnız hissediyorum kendimi.
sessizleşiyorum. oysa konuşmayı nasıl da sevdiğimi
bilirsin. gece, en güzel uyku şarkılarını söylerken bile,

                           taşıyamıyorum bu yalnızlığı, oysa    
yaşıyordum                 . şimdi çıkıp
gelsen, işte buradayım, desen kendimi iyi hissetmem
                                  . yalnız
                                                                         yedi
   cehennem                         olduğunu biliyorum. bu    
       yüzden                                                        yoruldum       
                               
artık, sözlerimi                                                               
                               sevmiyorum.



3.

seni                                                                   

                                                              sevdiğimi
                                                            söylerken bile,

                                           yalnızlığı
yaşıyordum                          .
    işte                               kendimi       

 bu yüzden                  
         
      
                                    sevmiyorum.






4.


seni                                                                   
                                                   











                                      sevmiyorum

                                                                     












                                                         

Mart 08, 2012

fotoğraf kokusu...

"ömrümüz gibi.. - siyah beyaz-"





küçüktü, aydınlık saçan ampulle değiştirilmiş kırmızı yanan bir ışığı vardı..
iki oda bir salon kıvamındaki  ev için,
 fazladan küçük bir oda eklenmişti arka tarafa.
 bir basamakla inilen küçük bir oda,
 penceresinde siyah bir perde vardı..
 "gün yüzü görme"  -der gibi - beddua yemiş.. sanki....
ve bir tezgah, eski mutfaktan bozma..
bir kaç kap, içlerinde koku saçan sıvılar,
 tam üzerimden geçen derme çatma bir ip,
çamaşır ipi cinsinden..
ve üzerinde, çamaşır serer gibi mandallanmış,
 şıp şıp   sular damlayan küçük siyah beyaz fotoğraflar..
ve o koku..
 bu gün bile o kokuyu duysam.."bu " diyebileceğim koku..
o gün ki  çocuk aklımla, annemin çalıştığı hastanede duyduğum, kimyasal bir koku benzeri..
kapıyı açmaya yeltendiğimde ise,  içeriden babamın bağırtkan sesini duyar gibiyim
 "kapıyı açma"
bilemezdim tab neymiş, film banyosu neymiş..
ama bu duyduğum kokuda hep siyah beyaz görüntüler var..

bu anlattıklarım ilk cocukluğumda hatırımda kalanlar,
 ne zaman siyah beyaz bir fotoğraf görsem,
o aklımın bilmem neresine kazınmış,
 günyüzüne çıkmayı bekleyen, gördüğüm ile ilintili siyah beyaz bir koku..
ömrümüz gibi..
“siyah beyaz”

 negatiflere baktığım zamanlar ise şaşırtıcıydı benim için…
islendirilmiş camı, güneş tutulmasına kaldırır gibi..
ışık gelen yere kaldırıp bakılıyordu..
annem neden beyaz görünüyordu ki negatiflerde..
babam ise siyah...

gerçeğin tam tersiydi bu negatifler..
yanılsama mıydı?
bu yüzden miydi? hep hayal’e aşkım

siyah annemi, beyaz
beyaz babamı, siyah gösteriyordu..
ben ise yine kırçıl, yine kırçıl…

derme çatma bir kasadan yapılmış içine ışık yerleştirilmiş camlı bir fanus..
üzerine yerleştirileni, ucu inceltilmiş bir kalemle yeniden elden geçirme
rötuş deniyormuş bu işleme,
bir sürü turnusol kağıdı benzeri renkli kağıtlar,
okuma fişi benzeri..
iğne ile kuyu kazar gibi
hâkkâk sanatı inceliğinde ve sabrında..

sonraki cocuk aklımda, evin bodrumunu karıştırma merakımda karşıma çıkacaktı..
tozlu, kırık…
kendine terkedilmiş..
ritsos şiirlerindeki –kararmış çömlek- (çukali) misali
yanında da.. eski bir feraceye benzeyen..
 şu üzerinde –istanbul hatırası- yazan meşhur bez parçası..
bir dönem; evine ekmek getirmesi gereken beyaz adamdan..
 babamdan kalan

dün gece   " O " siyah beyaz fotoğraflarda gezerken hiç aklımda yokken..
 birden yüzeye çıkan anılarım..
duyulan koku, dilimde tuz tadı, dudaklarımda kum..
kaçan uykularım..
ve
fonda zbigniew

Labyrinthe by Zbigniew Preisner on Grooveshark

Şubat 28, 2012

mercan ağacı / erythrina crista- galli

"hayat bazen, bir ağaca aşık olmak ve peşisıra onu aramakmış..öğrendim.."


yıllar önce, izmirde
zim ninemin o küçücük nohut oda bakla sofa evinin
onlarca saksısının sığdığı bahçesinde,bazen de güneş görsün diye taraçasında karşıma çıkmıştı..

öyle büyülüydü ki..
sanki izlenen bir filmde, baş rol oyuncusu adam, sevdiği kadına hoyratça uzanarak üzerindeki ağaçtan bir dal kopartıp vermişti..
böyle kurmuştum kafamda nedense...

baştan çıkartıcı bir rengi..hani şu egzotik olarak tarif edilip, içine onca tanımı sığdırdığımız kelime gibi..
neler geçmiyordu ki aklımdan..

eli uzun  yetenekli komşunun fuar'da bir ağaçtan tohum aşırdığı rivayetti..
toprakla buluşunca nazlı tohum, sabırla fidan olmuş..
yeri dar olduğundan ağaca varamasa da, çiçeğe durmuştu...
karşılaştığmızda..


aradan yıllar geçse de, ev yıkılıp yerinde yeller esse de..
unutulmayan ağaç, veya çiçekti..
ta ki, karşıyaka evlendirme dairesinin tam karşısında koca ulu bir ağaç olarak karşıma çıkana dek...
aylarca izini sürmek, çiçeğe duruşunu sabretmek, fotoğraflarını çekmek..
ama ne adı var.. ne tohumu..
beklemek..beklemek..

bizim ağaç bonzai formuna geçecek kadar yaşlı, her zorlu koşuldan çıkmasını bilen, bedeni romatizmalı ağaçlar gibi eğrilmiş,
 destekler koymuş dal altına peyzajcılar.. 
ve ışıklandırmışlar..
çok güzel, 
ve bunun farkında..

sanki dede soyumun mercan olduğunu bilir gibi..
mercan rengini sevdiğimi bilir gibi..
adı mercan..
erythrina crista-galli'ymiş soyu
pek nazlı değilmiş ama sevmezmiş hoyrat elleri..
ben gibi ..güneş ve su severmiş
hiç aramazmış fazlasını
yetinirmiş

şimdi geriye kalan tohumunu bulmak
diğer yeri dar çiçeklerim gibi, saksılandırmak..
toprağına ereceği günü sabırsızlıkla beklemek
arşipel'den... asos'a..


Smyrneiko Minore by Marika Papagika on Grooveshark




Ocak 19, 2012

lapa lapa

paul klee



"çünkü kahverengi akşam saatlerinde
her şeyi en soğuk ölçülere vuruyoruz
bir uzak han kavramına. hanların
rahmindeki bir yolcuya, bir semendere
ve soğuk bir çağdan geçiyoruz. çağlardan
başımızda siyah bir hale..."
e.cansever




lapa lapa by trak trak on Grooveshark



Aralık 13, 2011

Kediler Krallara Bakabilir / Enis Batur



             "Kralların yaşadığı ülkelerde, insanların kedilerden öğrenebilecekleri Bir şey vardır."


       Beş bölümden oluşturulmuş güzel bir kitap .. okunası


 
       Yedi-sekiz yıl önceydi, Ankara'da Ulus Meydanı yakınlarındaki Kediseven Sokağı'nın adı değiştirilince, Orhan Duru'nun Soyut dergisinde incelik dolu bir yazısı çıkmıştı. Hayli sonra, onun 1950'lerde bu sokak üzerine bir de şiirini görüp okuyacaktım. Nurullah Ataç da, Günce'sinde Kediseven Sokağı'ndan söz eder: “Bunlar güzel adlar doğrusu, ne var ki kolay değil böylesini bulmak. Böyle adları kolay kolay bulamadıkları için de ölüleri düşünüp adlarını koymaya kalkıyorlar.” Yanılmıyormuşum Ataç, bu satırları yazışından 20 yıl sonra Kediseven'in adı değiştirilmeye kalkışıldı, gerçekten de o kolaycı yöntem benimsenecek oldu. Paris'te bir Balık Avlayan Kedi Sokağı vardır. Bir romana başlığını da veren bu dar, küçük sokakla oyalanmayalım şimdi: Sokak isimlari, başka bir yazımızın konusu olacak nasıl olsa.
       Ataç'ın Tevfik Fikret'i tepeden tırnağa haşladığı Kedi başlıklı denemesini bilenler az değildir. “Kimsenin zevkine karışılmaz, kedileri ille herkes sevsin demeyeceğim, ama ben, kedi sevmeyenlerle anlaşamam” cümlesiyle başlayan ve Ataç'ın sivri mizahçılığını belgeleyen bu güzelimdeneme, bir yandan da “birinin huyu diğerine benzemeyen” kedilere adanmış bir methiyedir
      Gerçekte kedi yazarlarımızın öteden beri yakından ilgilendikleri bir -konu- olmuştur. Necatigil'in “bir kedinin ağzından sahibene yazılmış özgün bir hiciv metni” olarak tanımladığı Kâni'nin Hirrenâme'sinden Bilge Karasu'nin Ğöçmüş Kediler Bahçesi'ne gelinene dek geçen 250 yıl içinde edebiyatımızda sık sık bir soba bulup, yanıbaşına kıvrılmıştır kediler. Tıpkı birer soru işareti gibi. Orhan Veli'nin “Ciğercinin Kedisi ile sokak Kedisi” teması üzerine kurulu şiirinde toplumsal bir taşlamaya, Erhan Bener'in Kedi ve Ölüm'ünde kişioğlunun yılgı üslûbuna, Ece Ayhan'ın Bakışsız Bir Kedi Kara'sında özgün bir dil dünyasına elçi olmuştur kedi.
       Dünya edebiyatında da özel bir yeri vardır: Colette'i ya da Eliot'ı kedilerden ayırmak elde midir?Poe'da, Baudelaire'in şiirinde ya da Celine'in romanlarında -kedi bazan gotik, bazan da lirik bir kahraman olarak edebiyat tarihinin koridorlarında gezinir. Öezellikle de geceleri. Kimi daman da gelir aklın sınırlarını zorlar, usta kalemi yakalamayagörsün: Alis Harikalar Diyarında böyledir örneğin: “İşe bakın! Gülümsemeden yoksun kedi çok görmüştüm, ama kediden yoksun gülümsemeye hiç rastlamamıştım!” der, Alis. Pek haksız da sayılamaz açıkçası: Kimsenin karşısına, Lewis Carroll'ı okumadan önce, boşlukta parça parça ve yavaş yavaş oluşan ve yiten bir kedi çıkmamıştır herhalde. Nitekim, kitabın bir yerinde, Kral ve Cellat arasında müthiş bir tartışma doğurur bu: “Gövdesi olmayan bir kafa”nın kesilip kesilemeyeceği konusunda uzlaşmaya çalışadursunlar, kafa bütünbütüne yokolur. Ne olursa olsun, kediseverlerin çoğu gibi, Ataç ile Lewis Caroll bir noktada birleşirler: Kediler kesinkes aptal değildirler. Ama bu onların akıllı olduğu anlamına gelmez. Kedi, Alis'e bu farkı bütün açıklığıyla gösterir: “Şimdiiii, köpek kızınca havlar, sevinince de kuyruğunu salllar biliyorsun. Bense, sevinince hırlar, kızınca kuyruğumu sallarım. Demek ki ben deliyim.”
        Yazarların kedili sayfalarından kimbilir kaç bin sayfalık bir antoloji hazırlanırdı, bunu bilmek güç. Tahmin etmesi bir o kadar güç olan Bir şey de, “kedili resim”lerden oluşturulacak bir müzenin boyutlarıdır. Kendi payıma, değişik bir konudur diye biriki kez kedi resmi yapmış sanatçıları almazdım böylesi bir müzeye: Ondan vazgeçememiş, sanat serüvenlerine onu gözde bir tema olarak katmış ressamların ürünlerine açardım “Kedili Resimler Müzesi”ni. Şüphe var mı, Leonardo'nun, Leonor Fini'nin ve Balthus'ün resimleri geniş yer tutardı burada. Hele Balthus'ün Kediler kralı, Akdenizli kedi, Kedili Çıplak, Aynalı Kedi gibi tablolarını bir duvarda, yanyana düşünün! Az ileride Klee'nin birkaç küçümen resmi, Jacques Prevert'in güzelim kolajları sergilenirdi. Orhan Peker'e bir başına ayrı bir oda ayırırdım. Çizgi romancılara da yer açar, Frizzy Cat'i, muhakkak birkaç Steinberg'ü, Piyale imzassını kovalayan Piknik'i sıralardım duvarlara. Asıl önemli iki parçayıysa müzenin dibindeki büyük bir salonun iki ayrı köşesine yerleştirirdim: Louvre'daki VII.yüzyıl Mısır sanatının ürünü bronz kediyle Giacometti'nin sanata bel bağlayan insanlar oldukça durgun yürüyüşünü sürdüreceğine inandığım sarif, kırılgan, biraz da kederli kedisi, orada büyük bir sessizlik içinde beklerlerdi.

        Bunca isim sayışıma bakıp homurdanacak okurlar çıkabilir. Ne yaparsınız ki bu insanlar yaşadılar, yaşıyorlar. Kedileri sevmek tek ortak tutkuları sayılmaz üstelik: Kediseven Sokağı'na adını veren kişiyi ya da kişileri, Louvre'daki bronz heykeli yapan usta sanatçıyı adıyla sanıyla bilmiyorum gerçi; ama anonim olmaları, onların ötekilerden ayırmıyor: Yaratmayı, yaratıcılığı iş edinmiş, başka türlü yapamamış insanlar bunlar. Daha başkaları da var şüphesiz, benim hayal kurmamı beklemeyip gerçek bir “Kedi Müzesi” açan ve porselen, cam, tahta, resim, heykel, mücevher ayırdetmeden eski-yeni bütün kedileri biraraya getiren sevdalılar, hayal aleminde bile olsa tek seçiciliği bana bırakmayacak, kendi kedisever yazar ve ressamlarını öne sürecek tutkulular var. Bir de, elbette, kedi sevmeyenler var.
       Herşey iyi de, diyeceksiniz, kedi sevmek nedir? Kedi sevmek insanları, sokakları ve şeyleri sevmekten farklı Bir şey mi? Bilge Karasu, “Kedi sevmek, kedinin, kendisini seven (kendisinin de sevdiği) kişi karşısındaki umursamaz bağımsızlığını baştan kabul etmek demektir” der ya bir masalında, ben bu farklı sevme biçimini bundan daha iyi tanımlayan cümleye rastlamadım bugüne dek. Sahip olmayı yadsıyarak, ya da, sahip olmamayı göze alarak sevmek insanoğluna pek güç gelir: Sevgiyle mülkiyet duygusu öteden beri ortak yaşar onda, sevgi bağını çoğu kez de tek yanlı, gerçek bir bağ hâline sokmaya alışmıştır: Sevdiği kişinin bağımsızlığına da, kendi bağımsızlığına da kolay kolay katlanamaz. Bunu eleştiri, suçlama konusu saymamak gerek gene de: İnsanlar, eninde sonunda, kedi sevenler ve sevmeyenler olarak da pekâlâ ikiye ayrılabilirler. Bir de, belki, benim gibi, yolun sonuna varamayacağını bile bile kedi sevmeyi öğrenmeye çalışanlar vardır.
Kedinin sevgi “anlayışı”ndaki farklılık, gülünç gelebilir ama, farklı bir mantığa bel bağlamasından gelir. İnsanlar, kendi doğalarının terimleriyle sevgisiz hain ya da bencil sayarlar ya kediyi, onun herhalde bu tür kaygıları yoktur. Oynaşmak; sevmek, sevilmek istediği an buradadır. İstemediğinde çekip gider, sizin doyumunuz yarıda kalmış, ona vız gelir.
       Değişik çağlarda, değişik uygarlıkların insanları için “iyi” ve “kötü” kutuplarında değerlendirilmiş olması da bu yanına bağlanabilir. Kuzey Amerika yerlilerinden Pawnee'ler için dokunulmaz kutsallığı vardı kedinin: Beceriyi, hızlı idrakı, hattâ dehâyı simgeliyordu. Sumatra yerlileri ise tam tersine, onu cehennem uyruklu saymışlardı. Karakedi bir yana, Müslümanlar için uğurlu; İrlanda geleneklerine göre uğursuz olmasa bile tekinsiz bir yaratıktı. Mısırlılar ise bir tanrı gözüyle bakmışlardı kediye.Gene de, Budistler kadar kediden uzak durmaya çaba gösteren inanmışlar olmamıştır dense yeridir. Onun, yılanla birlikte, Buda'nın ölümünden duygulanmayacak kadar mağrur davranmış olması bağışlanmmamıştır.
       Kediler mağrurdurlar gerçekten de. Alis'in dediği gibi onlar “krallara bakabilirler” ve bir şairimizin tamamladığı gibi “hattâ onları tırmalayabilirler” de.
       Kralların yaşadığı ülkelerde, insanların kedilerden öğrenebilecekleri Bir şey vardır.

Aralık 09, 2011

zamestan/ içimdeki "kış" kadınları

                                                                Fotograf:Curtis Salonick
                                                                 İçimdeki "kış" kadınları




 
Cibelle – Green Grass
Björk – Bachelorette
Amy Winehouse – Will >You Still Love Me Tomorrow
My Brighest Diamound – Gone Away
Maria Raducanu – In Gradina la Ion
Abbey Lincoln – Should've Been
Janiva Magness – I'm Feelin'Good
Tarantella – Esqueletos
Elle Belga – Todas las Cosas
Elisabeth Kontomanou – Moanin' Low
Elysian Fiels – Black Acres
Christina Pluhar – L'Arpeggiata
Lizz Wright – Hey Mann
Etta James – At last
Savina Yannatou – Smyrneiko Minore
Caecilie Norby – No phrase
İmogen Heap – Hide And Seek




Mayıs 24, 2011

yaşlı kadınlar ve deniz / yannis ritsos




Ama bazen dayanamazsın artık sessizliğe, ağırlığna ve hafifliğine

bir şeyler yapmaya koyulursun o zaman -önemli değil ne olduğu-

örneğin sararmış canfese küçük bir çiçek işlemek,

haça asılı tacın üzerine - o zaman

kızlarımız ve onların kızları, torunlarımız, gelinlerimiz hatta eğilip bakarlar

küçük çiceğimize

ve göklere çıkartırlar becerimizi, peri eli derler ellerimize,

dahası güzel kokulu bulurlar çiceğimizi- ve doğrudur, güzel kokuludur çiceğimiz-



Şubat 17, 2011

factotum-soundtrack / kristin asbjørnsen



01. On The Bus
02. Reunion
03. I Wish To Weep
04. Farewell
05. Slow Day
06. Ice Plant Overture
07. Pickles
08. Still Awake
09. Quirky Waltz 10. Dreamland
11. Slow Day Fragments
12. My Garden
13. In The Kitchen
14. Beside You
15. Drunk Driving
16. Remembering
17. Shoes
18. If You're Going to Try
19. Horse Race Groove
20. Farewell
21. Slow Day (Lost Love Chords Version)



indir

Şubat 16, 2011

altay öktem / aşk üç kişiliktir...






AŞK ÜÇ KİŞİLİKTİR



yüzümde metresine dantelli don almış

taşralı tüccar mutluluğu var

yüzümde kırık bir şişeyi andıran

yanık izi var baba beni tahrik et

yaralı bir kuşun yanına göm beni

tek koluyla savaşarak tarihe geçen

bir halk kahramanı gibi abart kendini


acı dediğin yaşadıklarının izi değil

yaşamayı ıskaladıklarındır asıl

baba beni ahşap bir ev gibi düşün

yıkık dökük bir han gibi

uyurken saçımı okşa, uyanınca kundakla



herkes bilir; iki kişi sohbet edebilir ancak

bir kişi daha girmezse hayatlarına

aşk falan yoktur. aşk üç kişiliktir baba

cinayet içinse yüzlerce kişi gerekir


metresine molotof kokteyli taşıyan

pis bakışlı kambur bir oğlan kadar mutluyum

dönmemi bekleme boşuna, vuracaksan

sırtımdan vur beni baba

ne yana dönsem arkamda kalıyor hayat

ne yana dönsem sütü taşırmış

bir kadın telaşı. yüzüme bak baba;


sapından koparılmış gül kırmızısı




Altay ÖKTEM

Şubat 15, 2011

Okou - Serpentine (2010)




01. Okou - Serpentine (3:03)
02. Okou - Fire Juggler (2:40)
03. Okou - To The Bone (2:47)
04. Okou - Evening Sun (3:45)
05. Okou - Picked Me Up (2:37)
06. Okou - Bloodstrangers (3:35)
07. Okou - Eye For An Eye (3:00)
08. Okou - Evolution (2:54)
09. Okou - Tired Feet (3:00)
10. Okou - Bessie (4:01)
11. Okou - Moonspell Blues (1:51)
12. Okou - Dusty Ground (3:53)
13. Okou - A L'aurore (2:59)
14. Okou - Oh Papa (4:11)

44 minutes 16 secondes

Bitrate: @320 KbPs



http://www.myspace.com/okoumusic


indir

Şubat 13, 2011

My Brightest Diamond - Bring Me The Workhorse (2006)


Something Of An End
Golden Star
Gone Away
Dragonfly
Freak Out
We Were Sparkling
Disappear
Robin’s Jar, The
Magic Rabbit
Good & The Bad Guy, The
Workhorse


indir

Ocak 17, 2011

Béla Tarr - Kárhozat


" bitti
her şey bitti
başkası olmayacak
iyi olmayacak
asla olmayacak
hiç bir zaman
belki hiç bir zaman
kabus gibi
her şey
belki
yeni aşkım nerde
nereden gelecek
gelmeyecek mi
yine mi
asla mı
al ya da bırak
işte sorumlu olduğun bu
ne yapabilirsin
kelimelerini kaybettin
henüz bırakmadın
uzun zaman önce bitti
bilmek ne güzel
bilmek ne güzel
artık burada olmayacak
al ya da bırak
söyle aşkım neden?
bitti mi şimdi
başkası olmayacak
iyi olmayacak
asla olmayacak
belki hiçbir zaman
ruhumu çaldın
her şey istediğin yolda gidiyor
onsuz dünya kıraç
onunla yaşam dolu ve mutlu
ahmak
asla olmayacak
beki hiç birzaman
sonu yok şimdi
solmayacak aşkımız
belki asla
belki de artık değil "

Bela Tarr / Karhozat



‘‘Pencerenin kenarında,boş boş dışarı bakıyorum.Nice seneler, orada oturdum…Bir şeyler bana hep sonraki anda delireceğimi söyledi. Ama öyle olmadı….üstelik delirmekten korkmuyorum.Delilik korkusu bir şeylere……sadık kalma anlamına gelebilir.Henüz bir şeye bağlı değilim.’’




Damnation (Karhozat) filminde Karrer , yaşadığı bunalımı , tek bağımlılığı olarak sevdiği kadına itirafında,bundan güzel anlatamazdı herhalde… Bela Tarr’ın ,Karanlık Harmoniler (Werckmeister Harmonies ) ve Satantango fimlerinin ,arkasında kalmış ama bana göre en iyi filmidir ; Damnation yani Lanet…Karrer ; orta yaşı geçmiş , sisteme belki de hayatına tutunmamayı seçmiş ve bunu da bir din gibi yaşayan , Macaristan’ın küçük bir kasabasında , evde kendine göre haklı boşluğunda oturarak yaşayan bir adamdır… Dışarı çıktığındaysa , yegane işi olarak ,Titanic barda içki içip , aşık olduğu kadını dinler… Karrer için , yarattığı bu boşluktan çıkmanın tek koşulu da ,barın sahibinin önerdiği yasadışı işi yaparak , kazandığı parayla ,hayatının kadınıyla bir başlangıç yapmak ve sisteme dahil olmaktır…Karrer’ in tek çıkış yolu , Titanic barın eşsiz sesli solistidir.Şarkıcının belirsizliği ise , filmde işlenildiği üzere , kadının varoluştan gelen bir şifre olarak , bu güvenemediği insandan daha güçlü bir birey olan kocasıyla evliliği ve daha da güçlü gördüğü bar sahibiyle birlikte olmasıdır…Karrer’in mutlak sadakatine karşı ,kadının ruhu sadakatsizdir ve tüm bunlar Karrer’i anlamsızlığının daha da derinliğine sürükleyecektir…

Bela Tarr’ın kendine özgü , sinematografisiyle işlenmiş bu muhteşem film, yönetmenin, ,Karrer’in karakterine manidar bulduğumuz uzun planıyla açılıyor…Bu uzak sekansında Bela Tarr bize bir pencereden sırayla giden teleferikleri gösteriyor ve anlamı bozmadan genişleyen kamera Karrer’in anlamsız bakışlarında yoğunlaşıyor ki, bu sahne bile Karrer’in yaşadığı sıradanlığı, boşluğu ve varoluş sıkıntısını en anlamlı şekilde seyirciye anlatıyor.Bela Tarr, filmlerinden aşina olduğumuz 360 derece dönüp ,ağır ağır tüm çekim yerlerini dolaştıran ve her duyguyu kesmeden gösteren kamerasıyla, bize yine sihir yapıyor adeta. Bela Tarr ,diğerleri gibi, siyah beyaz çektiği bu film ile de,bu duyguları da anca böyle anlatırdım diyor adeta.Bu güzel görselliğin yanında , yönetmen , filmlerini siyah beyaz çekmesinin nedeni olarak ,filmlerin siyah beyaz saklanmasının , daha sağlıklı olduğundan dolayı ,olduğunu da söylemiştir.Bela Tarr , bu filminde de görüntü yönetmenliğini ele alıyor ve güzel fotoğraf kareleri yakalayarak başlattığı sahnelerini , adeta birer ifade çılgınlığına çeviriyor. Gerçek dünyayı ,her filmde kullandığı artık ,onunla özdeşleşen sürekli yağan yağmur ve çamuruyla ,köhne barıyla,bardaklardan görsel anlamda müthiş kareler çıkarmasıyla, kalabalık insanları aynı planda kullanımıyla ve Mihály Víg’in eşsiz melankolik akordeonuyla yarattığı o sefil ve karanlık atmosferle ve durmadan dans eden insanlarıyla Bela Tarr lanetini minimalist bir tiyatro şölenine çeviriyor…

Karhozat ile diğerlerinde olmayan sigara ve köpek metaforunu birer anlatım aracı olarak kullanıyor yönetmen.Sürekli içilen sigara ve film boyunca ortalıkta dolaşan sefil köpekler ,Karrer’in bitmeyen bunalımı ,derin sıkıntısı,ve boşluğunu çok iyi anlatıyor.Öyle ki ,yaşlı kadının ona hikaye anlattığı sahnede ,ilk sekansta köpeklerin yağmur altında ,çamurda yiyecek aradıklarını , ordan oraya gittiklerini görürüz.

‘‘Delilik korkusu ; bir şeylere sadık kalma anlamına gelebilir.Henüz bir şeye bağlı değilim.Her şeyin bana sadık olmasına rağmen, sadık olduğum bir şey yok. Onlara bakmamı istiyorlar. Nesnelerin, olguların çaresizliğine,penceremin dışındaki pis köpeğin kurşunî gökyüzünün altında, delicesine yağan yağmurda ,su içişine bakmamı istiyorlar.Acıklı çabalarını izlememi istiyorlar.Herkes, mezara girmeden önce konuşmaya çalışıyor.

Zaten düştüler, konuşacak zaman kalmadı. Beni delirtmek için nesnelerin bu geri dönülmezliğini istiyorlar.Ama bir sonraki anda ise delirmemi istiyorlar’’ Karrer’in bu sözlerini fazla da irdelemeye gerek yok.Karrer ; sevdiği tek kadına bu şiirsel açılımında , varoluşsal boşluğunu ,aslında nasıl kendiyle başa çıktığını çok açık ve acıtan bir şekilde haykırıyor. Solistin ,Titanic Barda ,Karrer ‘in umutsuzluğunu bu kadar güzel bir melankoliyle anlattığı bir şarkı daha yoktur herhalde ..Onun ‘’keyss’’….diye başlayan eşsiz inleyişini her sinema severin dinlemesi gerekir ki , Karrer de zaten bu ayini için ordadır.

Bela Tarr ‘ın uzun ve uzak planlarını kesmeden yaptığı geçişleri de ayrı bir tat katıyor bu lanete ki duvardan akan yağmur suyundan ilerleyen kamera bizi bardaki kalabalığın toplu hüznüne ulaştırıyor.Kalabalığın ,barda, daire oluşturarak orkestra eşliğinde yaptığı dakikalarca süren senkronize dansla ise ,yaşam süreci ve onları boş bakışlarla izleyen Karrer’in, bu sürecin nasıl dışında kaldığı vurgulanıyor.

‘‘Dün bana baktığında, bir şeyin farkına vardım..Seninle dünya arasında ulaşılmaz garip, boş bir ,tünelin olduğunu fark ettim.Kimse o yolu biliyor mu,bilmiyorum? Tünelin girişinde yalnız başına dikiliyorsun, çünkü bir şeyler biliyorsun, ben bile isimlendiremiyorum; daha derin, daha merhametsiz bir şey.Asla anlayamadım.O dünyaya asla, yakın olamayacağımı anladım.Sadece yasını tutarım, çünkü ışık ve ılıklıkla saklanmış bir dünya, oranın acısını çekemem.Ne inanacak ne de vazgeçecek yetim var.Dün dönümsüz bir hata yaptığımı fark ettim.Seni kaybetseydim benim affedilmez sonum olacaktı.Çünkü bu isim konulamaz

dünya hakkında hiçbir bilgim yok. Madem ki bunun bir parçasısın, benim dünyam senden ibaret… Bu asla değişmeyecek.Lütfen, geri çevirme beni.Seni görmeme izin ver.Her şeyimi veririm senin için.Vur, tükür bana,yine gelirim, yine.Haklısın…İnsafsızca da olsa haklısın.

Ben seni gerçekten seviyorum…’’

Karrer aslında, aşık olduğu kadının gücünün , umursamazlığından geldiğini biliyor.Ama tek çıkış yolunun, sevdiği kadında olacağını anlıyor. Filmde birçok aşk temaları işlenmiş, ancak film , seyirciye felsefik bir soru yöneltiyor.’’Çıkış yolu Aşk mıdır?’’ , Bireyin tüm varoluşsal sıkıntısından kurtulması aşkla mı olacak? Tsai Ming Liang ve Reha Erdemin de filmlerinde , sürekli olarak işlediği ,aşksızlık teması Bela Tarr’ın romandan uyarladığı filminde de kendini gösteriyor.

‘‘Bir keresinde ,bu konudan kadının birine bahsetmiştim.Ona, kendisini hiç sevmediğimi,ondan nefret ettiğimi,söylemiştim.Ondan ,nefret etmiyordum ,aynı sevmiyorum dediğim gibi yalandı.Bütün bunlar mantıklı ise ,sebebini öğrenmek istemiştim.Şefkatinden ve

sadakatinden,varlığının temizliğinden ve kesinliğinden nefret ettiğimi söyledim.Kör bir inançla olan, bana inanışına isyan etmiştim.Bakışı ,beni doğrularmış gibiydi.Sonra gidip yemeğimi ısıttı.Öylesine durup bağırdım.Üç gün boyunca evdeydi ve peşimden gelmeye

devam etti. İkinci günde ,ağlamaya başladı.Geceliği üstünde ağlayıp durdu.Hıçkırmadı, hafif hafif ağladı.Kımıldamadan gözyaşı döktü.Köşeye sürünerek gitti, hareket etmedi.Geceliğine bakıyordum.Tek gördüğüm geceliğiydi,o dantel, naylon gecelik…Sonra üzerine

atladım. Geceliğini çekiştirdim, yırttım, parçaladım.Ama hâlâ anlamamıştı.Bana sadıktı, bir şeyler söyleyip duruyordu.Sonra banyoya gitti, kapıyı kitledi. Dışarıdaki kömür kovalarına bakıp, onları saydım.Sonra tekrar başlayıp en baştan saydım.Ne kadar sürdü ,bilmiyorum.Gün doğmak üzereydi kapıyı kırdım.Umduğum gibi olmuştu.Yine de çarpıldım.İnanamadım…O narin bedende o kadar kan olmasına.’’

Karrer’in yukardaki paragraflarda anlattıklarını , her sinema severin izlemesini öneririm.Bela Tarr’ın tek planda çektiği ve Miklós Székely’in eşsiz performansıyla renk bulan bu siyaz beyaz devrim ,bu az diyaloglu filmin en zevkli kareleridir.Bela Tarr , sürekli olarak kullandığı yağmur ,yağmurun çamura çarpma sesleri ve sürekli dönen kamerasıyla , ağır ağır ilerlerlemesine rağmen bile başınızı döndürerek sizi ayrı boyuta çıkarır.

‘‘Sana inandığım şekilde inanabileceğim ,birisinin olacağına daha önce inanmıyordum.Birisi beni konuşmaya değeceğine inandırdı.Seni anlıyorum, seni sevdiğimi fark ettim ve bu sevgi bitmeyecek. Sen bu öykünü dışında kalabilirsin.

Bir şey istemiyorum.Sadece bu domuz ağılından sonsuza dek kurtulalım.Birbirimizi bir daha kaybetmeyelim.Yani şimdi bakmak istediğin ben miyim? Beni seçmen için temel görevleri yerine getirmek istiyorum.Belki Kocan yarın akşam gelecek ama,sorun çocuklardan korkmam.Çünkü onların parlak mavi gözleri,örgülü sarı saçları,çınlayan sesleri,gizli ve merhametsiz bir gücü gizliyor.Gücün niyeti ise çaresizliğin,deliliğini sürdürmek.Kulağımızda çınlayan gerçeğe,yeni bir güdü vermek.Kurtuluşun en zayıf şansı olmaksızın,bütün direnişler ile eğlenmek. Kurtuluşun son dakikasını ,henüz açığa vurmadılar.Yeniden diriliş ,öylesine bir yolda ki, ilkel sürekliliğinden kaçamayız.Belki de sadece pes ettiğim manasındadır ya da korkak olduğumun,korkak bir ödlek.

Kaderimin , daha iyi olacağına umut edecek cesaretim bile yok.Tek yaptığım tiksinerek korkaklığıma özürler bulmak. Bir kerelik de olsa kendinden çok başkasını düşünsen? Anlayamıyor musun? Yaşlanıyorum. Ben bir enkazım, bir şeyler yapmaya cesareti olmayan . Bu yaşlılığın en belirgin özelliği.Dişlerin dökülmeden önce bile kelleşmeden önce,ciğerlerini harap etmeden önce, cesaretin uçar gider . Daha önce çok az şansın olsa dahi , yaptığın şeylere cesaretin kalmaz.Sorunun her şeyi kendi açından bakman.

Kendin ve başkaları hakkında düşündüklerinin farklılık yarattığını sanıyorsun.’’

Karrer ,tüm bu anlattıklarına karşılık ,sonunda kadın onunla gitmeyecektir ki ,Karrer’in ,filmin sonundaki sahnede , kendine havlayan köpeğe ,bir köpek gibi çamur içinde ,havlaması ,köpeğin metafor olarak Karrer’in bunalımını tasvir etmesi açısından çok önemli bir sahnedir. Film , dinmez bir yağmur ve çamurla son bulur ki bu da bir Bela Tarr filmi için , son derece manidardır.

Bela Tarr , Karhozatta ‘‘Sürekli bunalım içinde olmak bir seçim mi ‘‘ yoksa varoluştan gelen bir şifre mi ? Sistemin size sunduğu her şeyi reddetme , bunları gereksiz ve alçak bulma , delilik başlangıcı mıdır ?’’ sorularını da sorup ,cevaplarını aramıştır.Kuşkusuz Bela Tarr ,özgün sinematografisiyle ve dini mesajlar vermemesi gibi özellikleriyle de Tarkovsky’den ayrılan büyük bir minimalist yönetmendir


IMBd

kaynak: mikserdekibeyin